Başkalarının ölümünü düşünmekten ya da seyretmekten, kendi ölümümüzün nasıl olabileceğini ya da nasıl olması gerektiğini düşünmeye zaman bulamayız….
Sahi siz nasıl ölmek istersiniz?
Narin’e bu soru hiç sorulmadı. O, gül ağacındaki gül gibi hayattan hoyratça koparıldı. Büyümesine ve yaşamasına izin verilmedi.
Hatırlar mısınız?
Kısa bir süre önce yazılı ve görsel medya organlarında tatil için Çeşme’ye giden 70 yaşlarındaki Ülker ve Altan çiftinin kaldıkları otel odasına intihar mektubu bırakarak kayıplara karıştıği haberini okumuştuk.Temizlik görevlilerinin odada buldukları iki zarftan birisinde intihar mektubu ortaya çıkarken, diğer zarftan da otel görevlilerine bıraktıkları 2 bin lira bahşiş bıraktıklarına dair bir inceliğe şahit olmuştuk. Zerafeti ölüme giderken elden bırakmayan kaç insan vardır?
Bıraktıkları intihar mektubunda ise kanser hastası olduklarını ifade eden yaşlı çift, ayrıca çocuklarının da kendileriyle ilgilenmediklerinden dert yakınıyorlardı. Bu satırları yazarken nasıl bir yalnızlık içinde nefes almaya çalıştıklarını sizin hayal gücünüze bırakıyorum.
Yaşlı çift bıraktıkları mektubun devamında, Çeşme’yi çok sevdiklerini, bu nedenle hayatlarına son vermek için Çeşme’yi seçtiklerini de yazmayı unutmamışlar. Şair, insan yaşadığı yere benzer derken haklı fakat unuttuğu bir şey var, insan sevdiği yerde ölmeyi isteyebilecek kadar da iradi bir varlıktır. Çift ayrıca, tüm mal varlıklarını hayır kurumlarına bıraktıklarını ifade ediyor, cesetlerinin de kadavra olarak değerlendirilmesini istiyor. Bu nokta onların ölümlerini evrensel bir boyuta taşımak istediklerinin önemli bir işaretidir.
Sizlere anlatacağım ikinci olay ünlü bir yazarla ilgilidir. Bu yazar,
Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942’de Rio de Janeiro’da, karısı Lotte ile birlikte intihar ederek hayatlarına son verirler. Bu ölümün psikososyal arka planını merak edenler “Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmalarının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha varolmayacağı düşüncesi neden olduğu” analizini yaparlar. İsmini zikretmediğim yazar, Stefan Zweig’dır.
Neden bu iki olayı anlattığımı merak edebilirsiniz. Bildiğiniz gibi olaylar sorularımızı kışkırtır. Her iki olayda da bu insanların bir inanç sistemine bağlı olup olmadıklarına dair bir işaret yok. Her iki ölümde mutsuzluğun baş rol oynadığını görüyoruz. Her iki ölüm olayında ölüm karşısında korkusuzluğun ve cesaretin etkili olduğunu görüyoruz. Bu insanlar adeta nasıl ölmeleri gerektiğine karar vererek kendilerini hayattan koparabilmişler.
Sorularıma gelince:
• Mutsuzluk bir ölüm sebebi midir?
• Hangi din ve ideoloji bu vazgeçiş karşısında bu insanların hayattan vazgeçmemeleri yönünde ikna edici olabilir?
• Dinlerin çizdiği Tanrı profili, adeta günahsiz olan bu insanların ölümleri karşısında nasıl duruş sergiliyor? ( Bilen yazsın )
• Neden ölüm karşısın hayat yani yaşamak hatta gerektiğinde rezilce yaşamak yüceltiliyor?
• Neden iyi insanların bir kısmı hayattan bu kadar kolayca vazgeçebiliyorlar?
• Ölüm konusunda şeçim yapma iradesine sahip olmak ister miydiniz?
•Siz nasıl ölmek isterdiniz?
YENİDEN DOĞMAK
Nietzsche Ecce Homo adlı eserinde
“Evet, biliyorum nereden geldiğimi
Daim aç bir alev gibi
Yakıp tüketirim kendimi
Işığa döner anladığım her şey
Geride bıraktığım ne varsa kül
Ateş benmişim demek ki” derken birey olmanın önemine vurgu yapar. Ölüm ise birey olmaya doğru giderken yaşadığımız hayat çizgisinin son noktasıdır. Çünkü kapı kapanmış artık geriye dönme imkanınız kalmamıştır.
Hayat denilen bu süreçte kime söyleseniz az kalır dediğiniz yaralarınız vardır.
İnsan yaralarını sever mi? Severse ne olur?
İnsanın yaraları insanı büyütür mü? Yaralar insanı öldürebileceği gibi ona bir hayat sunar mı? Anlayacağınız yaralar kabuk tutsada içten içe kanamaya devam eder. İçinize akan her kan damlası adeta göz pınarınızda biriken her yaş damlasını da alıp götürür…
Yaşamak böyle bir şey dediğiniz anlar vardır, adım adım ölüme giderken. En mahrem duygularınızın sizi istila ettiği anlara gebe kalırsınız. Bu duyguların mahremiyetinden şüphe duymaya başlarsınız. Birden bire kendi hüküm defterinizi doldurmaktan başka bir hayatın mümkün olduğunu anlarsınız. Üstünüze örttüğünüz kapıların kilitlerinin size ait olmadığını bir daha anlarsınız, verilli bir hayatın esiriymişsiniz meğerse. Yine de geç kalmış sayılmazsınız perdeleri açmak için. Korkularınız halihazırda hükümde sürse yaşamak güzel olabilir, denemekte fayda var dediğiniz anlarda deme durursunuz. Artık çekip gitmek yani ölmek defterinizde bir silik hatıra olarak kalır.
Nereye gideceğinizi bilemediğiniz bir ana tanıklık edersiniz. Size söz söyleyecek kimseniz kalmasa da bir hayat merdiveni uzanıverir önünüze. Yüreğinize gizlediğiniz sevda sözleri dile gelir. Türkü olur, sizinle yola çıkarlar. İmdat kilitleri kırılmıştır artık. Sesiniz ve diliniz buluşur en üryan zamanlarda. Yürünecek yollar çıkar önünüze. Tanımadığınız yüzler sizlere tanıklık eder. Oysa ne kadar çok sevilmişsiniz, birden farkına varırsınız. Ölümü unutmanın bu olduğunu farkedersiniz. Sensiz yapamam dediğiniz kilitlerinizin parçalandığı anlar çoğalır. Ölmek sadece hayata dair bir şey olur. Hayat bir daha hoş gelir. Hoş geldin hayat demeye başlarsınız. Hüzün kapıdan çıkar ve gider. Siz, bir “ben” olursunuz.