Yakın tarihimize şöyle bir baktığımızda, devletin yönetim biçimindeki değişimlerin, güç dengelerinin nasıl altüst olduğunu ibretle izliyoruz. 1961 Anayasası’yla başlayıp bugünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne uzanan bu yolculuk, her aşamasında birer ders niteliğinde.
1961’de çift meclis sistemiyle yola çıkan Türkiye, “daha çok demokrasi” sloganıyla umut vaat etmişti. Ama gelin görün ki, Milli Birlik Komitesi üyelerinin “tabii senatör” ilan edilmesi, daha o günlerden itibaren sivil siyasetin üzerinde kara bir gölge bıraktı. Bugün eleştirdiğimiz vesayet düzeninin tohumları, ironik bir şekilde “özgürlükçü anayasa” diye yüceltilen 1961 Anayasası’yla atıldı.
1982 Anayasası ise bambaşka bir kâbus. Kenan Evren’in askeri vesayeti pekiştirmek için hazırlattığı bu anayasa, güçlü bir cumhurbaşkanlığı yaratırken, parlamenter sistemin özünü lime lime etti. Turgut Özal ile Süleyman Demirel arasında yaşanan siyasi gerilimler, bu garabetin en bariz göstergesiydi. Öyle ki, Başbakanlık’ta alınan kararlar Çankaya’da veto edilir, ülkenin yönetimi kilitlenirdi. Hatırlayın, bir dönemin sembolü olan “Başbakan Özal – Cumhurbaşkanı Demirel çekişmeleri” tam da bu yüzden gündemden düşmezdi.
2007 yılına geldiğimizde ise başka bir kriz kapıyı çaldı. Meşhur 367 kararı, parlamenter sistemin kalbine indirilen son darbe oldu. O gün alınan kararın, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinin yolunu açtığını kimse fark edemedi. Parlamenter sistem, kendi mezarını o kazmaya başladı.
Ve işte bugün… Batı demokrasilerindeki denge-denetim mekanizmalarının yerini, gücün tek elde toplandığı, tüm kararların tek bir imza ile alındığı bir sistem aldı. Amerika’da Kongre’nin Başkan’ı nasıl denetlediğini, Almanya’da eyaletlerin federal hükümete nasıl hesap sorduğunu düşünün. Bizdeyse Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetilen, TBMM’nin yasama yetkisinin bile sınırlı olduğu bir düzen var.
Ekonomiden başlayalım. Bir zamanlar bağımsız olan Merkez Bankası’nın geldiği nokta ortada. Düzenleyici kurumların özerkliği ise adeta bir masaldan ibaret. Bugün tüm kararlar tek bir merkezden alınıyor. Sonuç? Ekonomik kriz.
Yerel yönetimlere bakalım. Büyükşehir belediyelerinin yetkileri, merkezi hükümetin müdahaleleriyle sürekli törpüleniyor. Kayyum atamaları, yerel demokrasinin nasıl bypass edildiğini gözler önüne seriyor.
Medya deseniz, tam bir başka trajedi. RTÜK’ün kararları, basın özgürlüğünün halini anlamak için yeter de artar bile. Sosyal medyaya getirilen düzenlemeler ise ifade özgürlüğünü kısıtlayan yeni araçlar haline geldi.
Ve yargı… Ah, yargı! Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yapısındaki değişiklikler, yüksek mahkemelerin kompozisyonları, hukukun üstünlüğü ilkesinin yerle bir edilmesinin somut kanıtları.
Buradan nereye? Batı demokrasileri güçler ayrılığı ilkesini hâlâ vazgeçilmez bir dayanak olarak görüyor. Ortadoğu ise güç merkezileşmesinin kronik sancılarını çekiyor. Türkiye, bu iki model arasında kendine özgü bir yol tutturmaya çalışıyor. Ama demokratik kazanımların korunması, kurumların yeniden inşası ve denetim mekanizmalarının tesisi, ülkenin geleceği için en hayati meseleler arasında.
Tarih bize bir şeyi çok net gösteriyor: Gücü kimin elinde tuttuğundan çok, o gücün nasıl denetlendiği önemli.
Türkiye için asıl mesele de belki tam burada yatıyor: Güç paylaşımı değil, güç denetimi.
Saygılarımla
Yorumlar kapalı.