İnsan ruhunun en derin katmanları, çocukluk yıllarında şekillenmeye başlar. Çocukluğun masumiyeti ve saflığı, aynı zamanda farkına varılmadan içimizde büyüyen bazı karanlık duygulara da ev sahipliği yapar. Kimi zaman ailemizden, kimi zaman çevremizden, kimi zaman da kendimizden kaynaklanan bu duygular, henüz bir isim bulamadan içimize yerleşir. Nefret, bu duyguların en tehlikelisi olabilir, çünkü çocuklukta şekillenen nefretler, farkına varılmadan yetişkinlikte karşımıza çıkabilir. Dahası, bu nefretler, aşk adı altında kılıf bulabilir, aşkın karmaşık ve büyüleyici doğası içinde kendini meşrulaştırabilir.
Çocukluk, bir nevi dünyanın bir prova sahnesidir. Sevgi, nefret, hayal kırıklığı, kıskançlık gibi duygularla ilk kez burada karşılaşırız. Çocuk aklı, bu duyguları tam anlamıyla tanımlayamaz. Özellikle ihmal edilmişlik, reddedilme veya anlayışsızlık gibi deneyimler, içimizde bir yerlerde adı konulmamış bir öfkeyi doğurur. Fakat bu öfke, çocukken bastırılır, gömülür, sanki unutulmuş gibi olur. Yetişkinliğe adım attığımızda ise, bu bastırılmış duygular, farklı maskelerle yüzeye çıkmaya başlar.
İşte bu noktada, aşk sahneye çıkar. Aşk, insanı en kırılgan, en savunmasız ve aynı zamanda en tutkulu hale getiren bir duygudur. Birini sevmek, aynı zamanda çocukluğumuzun en derin yaralarını iyileştirme arzusunu beraberinde getirir. Bu iyileşme arayışı içinde, çocukken içimize gömdüğümüz o nefret, aşkın içinde yeniden can bulur. Sevgiyi hak ettiğimizi kanıtlamak, kabul görmek, tamamlanmak arzusu, aslında çocuklukta aldığımız yaraların bir sonucudur. Ve bu duygular, fark etmeden yetişkinlikteki aşk ilişkilerimizde kendini gösterir.
Çocukken hissettiğimiz ama adını koyamadığımız o nefretler, bazen kıskançlık, kontrol etme arzusu, aşırı sahiplenme ya da terk edilme korkusu olarak geri döner. Sevgiyi kaybetme korkusu, çocukluğun belirsiz öfkesiyle birleşerek, aşkı bir mazeret haline getirir. Kişi, sevilmeme korkusunu aşkla telafi etmeye çalışırken, aslında içindeki derin yarayı açığa çıkarır. Birini kontrol etme, ona bağımlı olma isteği, geçmişte duyulan yetersizlik hissinin bir yansımasıdır. Aşkın büyüsü altında bu duygular, sanki aşkın doğal bir parçasıymış gibi görünür. Ancak gerçekte, bu adı konulmamış nefretler, ilişkiye gölge düşüren unsurlar olarak karşımıza çıkar.
Bu nedenle, çocuklukta yaşadığımız, belki de anlamlandıramadığımız o karanlık duyguların farkında olmak, yetişkinlikte sağlıklı ilişkiler kurabilmemiz açısından hayati bir öneme sahiptir. Aşk, sadece romantik bir bağ değil, aynı zamanda bir içsel yüzleşme alanıdır. Sevdiklerimize olan bağlılığımız, çocukluğumuzun gölgeleriyle hesaplaşmamızın bir aracı haline gelir. Eğer bu yüzleşmeyi gerçekleştirmezsek, çocukluğumuzdaki adı konulmamış nefretler, aşkın içinde haklı mazeretler olarak ortaya çıkar ve ilişkilerimize zarar verir.
Aşk, aslında bir mazeret değil, bir fırsattır. İçimizde sakladığımız duygularla yüzleşmek, onları tanımlamak ve anlamlandırmak için bir kapıdır. Eğer aşkı, geçmiş yaralarımızı iyileştirmenin bir aracı olarak görürsek, çocukluğun karanlık gölgelerinden özgürleşebiliriz. Bu süreç, hem kendimize hem de sevdiğimiz kişiye karşı daha dürüst, daha anlayışlı ve daha şefkatli olmamızı sağlar.
Sonuç olarak, çocukluğumuzun adı konulmamış nefretleri, yetişkinlikte aşkın içinde yeniden doğar. Ancak bu nefretleri fark edip, yüzleşmek ve şefkatle dönüştürmek bizim elimizdedir. Gerçek sevgi, sadece karşımızdakine duyduğumuz hislerle değil, kendi iç dünyamıza dönüp geçmişimizle barışmamızla mümkündür. Aşk, geçmişin yaralarını iyileştiren en güçlü ilaç olabilir—eğer ona bu şansı tanırsak.
Sevgi ve Saygılarımla
Uzman Psikolog Emek Öykü KAYA